YAHYÂ KEMÂL

1884-1958

Tanzîmat tan sonra gelenler arasında “Öz şiir” (Sâf şiir) yolunun en güçlü şairi olan Yahya Kemal Beyatlı (2 Aralık 1884) Üsküp’te doğmuştur. “Rakofça kırları”na çok eskiden yerleşmiş akıncı beylerinin soyundan olan Yahyâ Kemal’in, asıl adı Mehmet Agâhtır. Babası Niş’li İbrahim Bey; annesi, divân şiirinin son üstatlarından Leskofçalı Galip Beyin yeğeni Nakiye Hanımdır.

İlk okumaya Üsküp’te başladı. Orta öğrenimini Selanik ve İstanbul’da Vefa idadilerinde bitirdi. 1903’te bir arkadaşının teşvikiyle Paris’e kaçtı. Orada II. Abdülhamit’e karşı mücadele eden II. Jön Türkler tamamiyle tanıştıysa da onlara katılmadı. Bir yıl Fransızcasını ilerlettikten sonra Ecole Libre des Sciences Politiques’e (Siyasal Bilimler okulu) yazıldı. Okulun dış siyaset bölümünde, o zaman Fransa’nın ünlü tarihçileri olan Albert Sorel, Emile Bourgox, Louis Renault gibi hocalardan ders gördü. Genç şairdeki tarih ve millet sevgisinin şuurlanıp gelişmesinde, bilhassa Albert Soren’in telkin ve ilhamları görülmektedir.

Yahyâ kemâl, Paris’te (1903-1912) dokuz yıl kaldı. “Başka yıldızda bir hayal imiş o.” Diye andığı bu eski Paris hayatında, o fikir ve sanat başkentinin yeni ve eski akımları içine sindirircesine tanıyıp denedi. 1912’de yurda döndü ve çok sonra yayımlanan Büyük Şiir’de şu mısraları söyledi:

Bir gün vedâ edip o diyârın hayatına,

Döndüm bütün bütün vatanın kâinatına.

Lâkin o bahçelerde geçen devreden beri

Kalbimde solmamıştır o şiirin çiçekleri.

İstanbul’a dönüşte, edebiyat ve tarih öğretmenlikleri yaptı. Türk Ocağı’ndaki konferans ve sohbetleri ile sanat (şiir) tarih ve milliyetçilik üstündeki yeni görüşlerini aydın çevrelere benimsetti. Bazı görüş ayrılıkları olsa da, Ziya Gökalp’ın yakın bir dostu oldu. 1915-1918 yılları arasında Darülfünun müderrisliğine seçilerek Medeniyet Tarihi, Batı Edebiyatı ve Türk Edebiyatı okuttu.

Mütarekenin acıları günlerinde ve İstiklâl Savaşı’nın başından beri, İstanbul basınında bu hareketi destekleyen ve değerlendiren cesaret dolu yazıları kaleme aldı. (Bunlar 1921-1922) yıllarında ileri, Tevhid-i efkâr gazeteleriyle Dergâh dergisinde çıkan yazılardır. Sonradan Eğil Dağlar kitabında toplanmıştır. Anadolu hareketini çok beğenip yüreklendiren yeni fikir yüklü bu yazıları ile Y.Kemâl Millici gençliğin müridi durumuna geçti. Nitekim 1922’de Ankara’ya gidip Hakimiyet-i Milliye gazetesinde baş yazar oldu. Lozan’a Türk heyetine de danışman sıfatıyla katıldı.

1923’te Urfa mebusu idi. 1926’da Varşova, sonra Madrid, Lizbon elçiliklerinde bulundu. 1934’de yurda dönerek mebusluk ve başka görevler yaptı. 1948’de onun Hayal Şehir şiirine “İnönü şiir mükafatı” verildi. Aynı sene Pakistan Büyükelçisi oldu. Bir yıl sonra emekliliğini isteyerek İstanbul’a döndü.

2 Aralık 1951’de doğumunun 65.yılı dolayısıyla, yapılan törende edebî çevrelerin ve okumuş gençlerin büyük sevgi gösterilerine nail olan şair (tedavi için yaptığı bir iki seyahatin dışında) ömrünün kalan kısmını, İstanbul’da Park Otel’in kendisine ayrılan bir dairesinde, dostları ve hayranları arasında geçirdi.

Elli yıl sürece,  halkın diliyle Türkün öz değerlerini ve halis zevkini söyleyen şair Cerrahpaşa hastanesinde, 1 Kasım 1958 sabahı vefat etti. Son sözü, Bâkî’nin: “Allahadır tevekkülümüz, itimadımız.” Mısrası olmuştu. Ölümünden bir gün önce dostlarına yazdığı son beyti ise:

Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin

Bir çâre yok mudur buna yâ Rabbulâlemn...”idi.

Fatih Cami’inde başlayan cenaze töreni halkın ve aydınların katıldığı bir mahşer kalabalığı oldu. Vasiyeti gereğince ve özel musaade ile Rumelihisarı Mezarlığı’na gömüldü. Mezar taşında, Şirazlı Hafız için söylediği şu mısralar kazılıdır:

     Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;

     Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

     Ve serin serviler altında kalan kabrinde

     Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.

 

Kişiliği

Yahyâ Kemâl, yetişme tarzı, kültürü, tesirleri ve her hâli Türk olan davranışlarıyla milli şahsiyetlerimizden biridir.

Yetişmesinde “akıncı cedleri”  düşündüren Rumeli topraklarının ve zengin bir tarih hâtırasıyla iç içe yaşayan Üsküp gibi Türk-İslâm çevrelerin etkisi büyüktür. Annesi Nakiye Hanım, onu dinî-millî telkinler altında büyütmüştür. Hâtıralarında şunları söyler:

“Lâkin benim hem dinî hem de millî terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir olan, annemdir. Annem, çok Müslüman bir kadındı. Muhammedi ye okur, bana Kur’an öğretirdi. Beyaz baş örtüsüyle, elindeki kitaba Îmanla eğilişini hâlâ görür gibiyim. Muhammediyye’nin o mısrâları, bana, bizim öz macerâmız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve müphem surette, bütün memleketimizin dünya ve ahret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta, Yazıcı zâde Mehmet Efendi’nin Türklükle İslâmlığı yoğuran milli İslâmi harsını benliğimde hissetmeye başlamıştım.”

İslâmî-milli değerlere bağlı olan bu yetişme tarzı Yahyâ Kemâl’i Frenk muhitlerinde geçen dokuz yıllık gençliğinde bil, köksüz ve kozmopolit olmaktan kurtarmıştır.

Bu harsî  terbiyeden sonra onu kültürce olgunlaştıran çevre Paris şehridir. 1903-1912 yılarında Paris, başka bir aydınlık içindeydi. Yepyeni fikirler tartışılıyor, şiir ve sanat deneyişleri yapılıyordu. Baudelaire, Verlaine, Mallarme, J. M. De Heredia, Leconte de Liste gibi sembolist ve parnasyenlerin etkileri sürüp giderken Jean Moreas Romantizm akımının; Charles Maurras ise Neo-klasik çığırın temelleini atıyorlardı.

Yahyâ Kemâl bütün akımların, fikirlerin ve iddiaların ortasında kendince kurmak istediği Türk mısraına çıkar yol arıyordu. Albert Sorel’in tarih görüşüne ve Bergson’un mistik bir ihtilâl gibi sunduğu sezgici felsefe havasına aynı derecede açıktı.

Orada Asya Tarihi’ne Giriş adlı kitabını okuduktan sonra tanıştığı Türkolog Leon Cahun’un ilhamlarıyla bir süre Turancılık’a yöneldi. Fransız sosyalisti Jean Jaures (1895-1914)’in nutuklarıyla ilgilendi. Daha sonra bu hayali görüşlerden sıyrılarak milliyetçilik  fikrinde karar kıldı. Bu gelişmeyi şöyle anlatıyor:

Şüphesiz Albert Sorel’in üzerimde tesiri olmuştur. Fakat beni asıl başka bir şey, milliyetçi yaptı, anlatayım:

Paris’te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan harbi arifesinde bizim ekalliyetler (azınlık) Rumlar, Bulgarlar büyük büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jön Türkler, Abdülhamit’i yıkmakla meşguldüler. Yoksa Türk milletinden falan haberleri yoktu. Baktım, bu Rumların, Bulgarların yıkmak istedikleri Abdulhamid değil, başka şey..  Bunlar Türk milletini yıkmak istiyorlar. Demek Türk milleti diye bir şey var. Bu nasıl millettir? Mazisi nedir? Diye merak etmeye başladım. Zaten Ulûm-ı Siyasiye Mektebi’nde tarih okuyordum. Türk milletinin mazisini öğrenmek için tarih kitaplarını karıştırmaya başladım. İşte bende milliyet hissi ve milliyetçilik böyle doğdu.”

Milli İslâmî bir terbiyeden sonra Paris muhitinde yetişen Yahyâ Kemâl, sanatta ve düşüncede tam bir dengeye kavuştu. Batı’ da Türk  olduğu hatırdan çıkarmadığı gibi yurda dönünce de milletçe Batılı olmanın gereğine inandı. Avrupa’nın ilim usullerine bağlanmadan yaşanamayacağını bildiği kadar, Türklüğe dayanmayan Batı taklitçiliğinin bizi yıkacağını da biliyordu. Nitekim Paris dönüşü verdiği ders ve konferanslarda hem Fransa’nın en yeni şiir görüşlerini getiriyor hem de bize mahsus olan değerlere dikkati çekiyordu. Tarihe ve eski sanatlarımıza yeni bir gözle bakmak lüzumunu söylüyordu.

Mütarekede, milliyetçi fikirlerini hareket, hattâ politika hâline getirmekten de sakınmayarak, istiklâl Harbi’ni alkışlayan “Millici”basının fikir öncüsü oldu. Bir kurtuluş şehnâmesi hâlinde yazdığı satırlarda gençlere ufuk gösterdi. Çoğu İleri gazetesinde çıkan bu yazılar dolayısıyla İngiliz-Fransız “İşgal Polisi” nin takiplerine uğratıldı.

 Yahyâ Kemâl sohbet ve makalelerinde hiçbir vakit batıya karşı aşağı veya ezilmiş durumda olmayı kabul etmemiş, onlarla eşit konuşmuştur. Bunu şahsi bir öğünme hissiyle değil, Türk tarihinin gerçeğinden aldığı millî gururla yapmıştır. Soyumuzun kahramanlık, Fâtihlik, sâflık ve îman gibi faziletlerine samimiyetle hayran olduğu için milletin üstüne ölü toprağın gibi saçılmış bir aşağılık duygusundan şikayetçi olmuştur. Bu hastalığın ancak millî sanata ulaşmakla şifa bulacağını görmüştür. Bir gün:

“Fransız’a hayran olmakta haklıyız, demişti. Çünkü tarihi var, sanatı var,medeniyeti var...  Yoğrulmuş, şekillenmiş vatanı, milleti var...”

Bununla, bizde tarihimizi tanıyıp millî sanatımızı yapalım, vatan ve milletimizi şekillendirelim ki, bize de hayran olsunlar demek istiyordu.

Nitekim şiir ve yazıları ile, hiç gösterişe katılmadan Milli Sanatı kurmaya çalıştı. Yeni bir şiirin terkibini sağlayacak Doğu ve Batı kültürüne de sahipti. Paris’in meşhur editörlerinden (basım evi sahibi) Bernoir, 1948’de bir Türk yazarıyla görüşürken:

“Ah sevgili Yahyâ Kemâl!” demiş. (şaire  mahsus bir çok hatıralar anlattıktan sonra) “Tanıdığım yabancılar arasında, Fransız edebiyatını Kemâl kadar bilene rastlamadım!” diye eklemişti.

Adile Ayda da : “Temin edebilirim ki Yahyâ Kemâl, Paul Valèry’yi Sorbon profesörlerinin  çoğundan daha iyi anlıyor, daha iyi izah ve tefsir edebiliyordu.” diyor.

Avrupa kültürünün kaynağına gitmek için Eski-Yunan tarih ve mitoloğyasını da incelemişti. Hocası Sorel’den beri sonsuz bir zevk ile tarih araştırmalarına koyulmuştu. Tarihimizin devirlerini, içinde yaşarcasına biliyordu. Ünüyle, yeri saatiyle, bütün ikinci derecede kahramanlarıyla bir tarih vakasını, yaşarcasına anlatabiliyordu. Bursa, Konya, İstanbul, vs. deki Türkiye âbideleri üzerinde çok değerli incelemeleri olan Fransız tarihçesi Prof. Al bert Gabriel, şairimizin tarih bilgisine ve sağduyusuna olan hayranlığını şu satırlarla anlatmaktadır:

“Yahyâ Kemâl’ in çok defa dokunaklı olan, renkli ve spiritüel konuşması (üstad ister Türkçe, ister Fransızca konuşsun) dinleyenler üzerinde derhal çekici bir güzellik tesiri yaratıyordu. Yahyâ Kemâl’ in nezaketi ve sevimli tavırları arasında (nadir görülen ) ferasetli bir tenkid fikri bulunduğu sezilirdi. Kendisiyle baş başa kaldığımız bir gün konuşmanız 16.asır Türkiye’ sine intikal edince duyduğum hayranlığı itiraf edeceğim:

İstanbul’ un ihtişamlı gelişmesine rastlayan o devir için hayranlığımı hiç saklamıyordum. Muhatabım da hisleri paylaşıyordu. Fakat Yahyâ Kemâl, bunlara şaşılacak bir vuzuh ile, bir çok tarihi olaylar zikrederek yeni te’kidler (vurgulama) ilâve etti ve  bu münasebetle Garb tarihçilerinin umumiyetli kabul ettikleri bir çok hatâlı terakkilere (conception) ikna edici bir tarzda tashih etti. Böylece, bir saat kadar bana hakikî bir ders vermek lütfunda bulundu. Akla gelmez ufuklar açan bu dersi o nispette canlı bir alâka ile takip ettim.

Diyebilirim ki, o benim için kelimenin tam mânâsıyla bir üstad oldu. Geçmiş asırların vakıalarını tekrar yaşamayı bildirdi. Bunları şüphesiz temel bilgilere dayanarak çevrelerinde oldukları gibi anlatırdı. Fakat Yahyâ Kemâl’ in tabii kabiliyetleri, şairce vasıfları, en karışık tarihi temaları bile o kadar açık ve sarih bir tarzda nakil ve hikâye etmesine müsait idi ki Yahyâ Kemâl’i dinlerken bir şahit konuşuyor zannedilirdi.

Yahyâ Kemâl’i dinlerken: Tarih, tam bir dirilme olmalıdır, diyen Micheled’in tefekkürünü her vaktinden daha iyi anlıyorum.

Yahyâ Kemâl , daima masal kabilinden hikâyelere, indi ürcüfelere iltifat etmez, hakikati belirtirdi. Şahıslardan bahsederken, en meşhurlarından tutunuz da , değerli herhangi bir iş yapmış olan ikinci plandakilere varıncaya kadar herkes hakkında tamamıyla hakkaniyet ve nısfet ile hüküm verirdi.”

Yahyâ Kemâl’deki sanatçı kişiliğin en belirli tarafı şiire ve kendi şairliğine duyduğu saygıda görmektedir. Şiir, onca bir ibadet gibiydi. Sık sık:

“mısra benim namusumdur” dediği işitilmiştir.

Otuz yaşına kadar yazdığı bütün şiirleri yırtıp atmış, sanata mükemmel olarak başlamış ve bu mükemmelliği kırk yıl sürmüştü. “Bizde yalnız şiirin değil, nesrin de, sadece gençlerin uğraştığı bir alan”olmasını ısrarla tenkid ediyordu. Nitekim en sevilen şiirlerini elli altmış yaşından sonra vermiş olması bizim edebiyatımızda bir yeniliktir. Bu hâl, onun şiirlerini his, ilham ve hevesle değil, kültür ve felsefe derinliğinle yazdığını göstermektedir.

Başlangıçtan beri az ve öz yazmak, sanatta acelesiz, vefalı olmak, onun başlıca ilkesi idi. Bir çok şiirlerini otuz kırk yıl içinde tamamlandığı olmuştu. 1917’de başlayıp 1956’da yayımladığı Selim nâme bunlardan biridir. Onca her iş, her memurluk, her mevki şiirden sonra gelirdi ve hayatının en büyük vak’ ası da şair olmasaydı.

Kendi sanatı için duyduğu saygıyı başka şairden de esirgemezdi. Eski şiirimizin ustalarına pek büyük değer verdiği gibi sanatta yapılan yeniliklere de açık ve yardımcı idi. Kendisi hece ile yazmamış ama hece veznini kullanan bazı şairleri desteklemişti. 1940 ‘da beliren Yeni Şiir herkesin alayına çarpılırken, Yahyâ Kemâl onu da beğeniyordu.       

 

 

 

 

Mehlika Sultan

Mehlika  Sultan’a âşık yedi genç,

Gece şehrin kapısından çıktı.

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç,

Kara-sevdâlı birer âşıktı.

 

Bir hayâlet gibi, dünyâ güzeli

Girdiğinden beri ru’yâlarına,,

Hepsi meshûr, o muammâ güzeli

Gittiler görmeğe Kaf dağlarına.

 

Hepsi sırtında abâ, günlerce

Gittiler, içleri hicranla dolu;

Her günün ufkunu sardıkça gece,

Dediler: “Belki, son akşamdır bu!”

 

Bu emel gurbetinin yoktur ucu,

Dâimâ yollar uzar, kalp üzülür.

Ömrü oldukça yürür her yolcu,

Varmadan menzile, bir yerde ölür.

 

Mehlika’nın kara-sevdâlıları,

Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya;

Mehlika’nın kara-sevdâlıları,

Baktılar korkulu gözlerle suya.

 

Gördüler: Aynada bir gizli cihân...

Ufku çepçevre ölüm servileri.

Sandılar doğdu içinden, bir ân.

O uzun gözlü, uzun saçlı peri!

 

Bu hazin yolcuların en küçüğü,

Bir zaman baktı o virân kuyuya;

Ve, neden sonra, gümüş bir yüzüğü

Parmağından sıyırıp attı suya.

 

Su, çekilmiş gibi, ru’yâ oldu!

Erdiler yolculuğun son demine.

Bir hayâl âlemi peydâ oldu,

Göçtüler hep o hayâl âlemine...

 

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç,

Seneler geçti henüz gelmediler;

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç

Oradan gelmeyecekmiş dediler!...

                              (Kendi gökkubbemiz)

 

 

 

       AÇIK DENİZ

Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;

Her lâhza, bir alev gibi, hasretti duyduğum;

Kalbimde vardı Bayron’u bed-baht eden melâl!

Gezdim o yaşta dağları, hülyâm içinde, lâl...

Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,

Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını:

Her yaz, şimâle doğru, asırlarca, bir koşu...

Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu.

Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan,

Ru’yâma girdi, her gece, bir fâtihâne zan.

Hicretlerin bakıyyesi, hicranlı duygular...

Mahzun hududların ötesinden akan sular

Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı;

Bildim, nedir, ufuktaki sonsuzluğun tadı.

Bir gün dedim ki: “İstemem artık ne yer, ne yâr!”

Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyâr diyâr;

Gittim o son diyâra ki ser-haddidir yerin,

Hâlâ dilimdedir tuzu, engin denizlerin!

 

Garbin ucunda, son kıyıdan, en gürültülü

Bir med zamânı, gök yüzü kurşunla örtülü;

Gördüm, deniz dedikleri bin başlı ejderi;

Gördüm... güzel vücûdunu zümrüdleyen deri,

Keskin bir ürperişle kımıldandı ân-be-ân;

Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan:

Sonsuz ufuktan, âh, o ne coşkun gelişti o!

Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!

Yelken, vapur, ne varsa kaçışmış limanlara;

Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara!

Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn...

Bin mağra ağzı açmış ulurken uzun uzun...

Sezdim, bir âşinâ gibi, heybetli hüznünü,

 

Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,

Şekvânı dinledim ezeli muztarib deniz...

Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz.

Dindirmez, anladım, bunu hiçbir güzel kıyı,

Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı...

                              (Kendi Gökkubbemiz)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                     

       SÖYLER

Dil uyur, mest olarak, yâr-ı dil-ârâ söyler;

Gül susar, şerm ederek, bülbül-i şeydâ söyler.

 

Şeb-i yeldâda, uzar fecre kadar kıssa-yı aşk;

Tâ ki Mecnûn bitirir nutkunu, Leylâ söyler.

 

Ehl-i akl anlamaz efsûs lisân-i dilden,

Zanneder âşık-ı divâne muammâ söyler.

 

Görmüş âyine-i sâfında o serv-endâmı;

Cûy, gül-şende, bu ru’yâsını hâlâ söyler.

 

Böyle beş beyti bu gûyende redif üzere Kemâl,

Nâili söylese, bir âlem-i ma’nâ söyler.

                                          (Eski Şiirin Rüzgaryıle)

 

           AKŞAM MUSİKİSİ

Kandilli’de, eski bahçelerde

Akşam kapanınca perde perde,

Bir hâtıra zevki var kederde.

 

Artık ne gelen, ne beklenen var;

Tenhâ yolun ortasında rüzgâr

Teşrin yapraklarıyla oynar.

 

Gittikçe derinleşir saadetler;

Rikkatle, yavaş yavaş ve yer yer

Sessizlik dâimâ ilerler.

 

Ürperme verir hayâle, sık sık,

Her bir kapıdan giren karanlık,

Çok belli ayak sesinden, artık.

 

Gözlerden uzaklaşınca dünyâ,

Bin bir geceden birinde, güyâ,

Başlar ru’yâ içinde ru’yâ.

                              (Kendi gökkubbemiz)

           ŞARKI

Şen şarkıların durduğu bir lâhza kenarda,

Yâd et ki seviştikti ilâhi Adalar’ da.

Içlen, soğuk ellerle hazin alnını sar da ,

Yâd et ki seviştikti ilâhi Adalar’da.

 

Ey şimdi elâ gözleri süzgün, sesi şakrak!

Kumral saçın üstünde görürsen iki, üç ak,

Çık kuytu hıyâbanlara, al bir kuru yaprak,

Yâd et ki seviştikti ilâhi Adalar’da.

                (Eski Şiirin Rüzgarıyla                          

 

HAYAL ŞEHİR

Git bu mevsimde, gurub vakti, Cihangir’den bak!

Bir zaman, kendini karşındaki ru’yâya bırak!

Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan;

Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan;

O ilâh isteyip eğlence hayâl-hânesine,

Çevirir camları birden peri kâşânesine.

Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka,

Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka.

Mest olup içtiği altın şarabın zevkinden,

Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen,

Nice yüz bin senedir şarkın ışık mi’ mârı

Böyle ma’mür eder ettikçe hayâl Üsküdar’ ı.

O ilâhın bütün ilhâmı fakat ânidir ;

Bu ateşten yaratılmış yapılar fânidir;

Kaybolur hepsi de bir anda kararmakla batı.

 

Az sürer gerçi fakir Üsküdar’ın saltanatı;

Esef etmez güneşin şimdi neler yıktığına,

Serviler şehri dalar kendi iç aydınlığına.

Ezeli mağfiretin böyle bir ikliminde

Altının göz boyamaz kalpı kadar hâlisi de.

Halkının hilkati her semtini bir cennet eden

Karşı sâhilde, karanlıkta kalan her tepeden,

Gece, birçok fukarâ evlerinin lâmbaları

En sahi aynadan aks ettiriyor Üsküdar’ı.

                                                      (Kendi gökkübbemiz)

   İSTANBUL UFUKTAYDI

Gurbetten, uzun yolculuk etmiş,dönüyordum.

İstanbul ufuktaydı...

Doğrulduğumuz ufka giderken,

Sevdâlı yüzüşlerle, yunuslar

Yol gösteriyordu.

 

İstanbul, ufuktan

Simâsını göstermeden önce,

Kalbimde göründü;

Özlentili kalbimde bütün çizgileriyle,

Bin bir kıyı, bin bir tepesiyle,

Bin bir gecesiyle.

 

Yıllarca uzaklarda yaşarken.

İstanbul’u hicranla tahayyül,beni yordu.

Yer kalmadı beynimde hayâle.

İstanbul’a, artık, bu dönüş son dönüş olsun.

Son yıllarım artık

Geçsin o tahayyüllerimin çerçevesinde.

 

 

Bir saltanat iklimine benzer bu şehirde,

Hülya gibi engin gecelerde,

Yıldızlara karşı,

Cânânla berâber,

Allah içecek sıhhati bahş etse...

Bu kâfi!...

                              (Kendi Gökkubbemiz)

 

 

                            AÇIK DENİZ

Tanzimat’ın başından İstiklâl mücadelesine kadar, Avrupalıların <hasta adam> adını verdikleri Osmanlı İmparatorluğu’nun mukadderatı, Türk münevverlerini, ümitsizlik, cesaret ve korku, hayâl ve bedbinlik kutupları arasında, sürekli bir buhran içinde bırakır. Yahya Kemal, <hasta adam> ın son demlerine şâhit oldu. Balkan şehirlerinden birinde doğan ve hezimetin sarsıntılarını daha yakından duyan bu serhat çocuğu, kahramanlık hikâyelerini dinleye dinleye büyüdüğü, macerası asırları dolduran imparatorluğun feci yıkılışından son derece muztarip olur ve bir daha geri gelmeyecek olanın doğurduğu büyük ümitsizliği, ancak şanlı ve güzel eski günlerini hatırlamak suretiyle telâfiye çalışır. Çöken âlem, onun şiirlerinin aynasında ebedî akisler bırakarak kayıp olur. Kuğunun son şarkısı kadar hüzünlü ve güzel olan bu şiirlerde, mâzimizin en değerli tarafları sanatın ihtişamı içinde parlar.

Hâşim, iğrendiği realiteden kaçmak için hayâli âlemler tasavvur ediyordu.Yahya Kemal, çirkin hâlihâzır karşısında, tarihin kahramanlık ve güzellik dolu ülkelerine çekilir. Mehlika Sultan’a âşık yedi genç, kuyunun içinde gördükleri hayâl âlemine dalar ve kaybolurlar. Yahya Kemal’in kuyusu, hâtıra ve hayaldir:

 

Mes’uddur o insan ki yaşar hâtıralarla

İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar

Mısraları onun hayat felsefesini hülâsa eder. Hayâl, realiteyi aşmanın bir şeklidir. Büyük muztaripler, büyük hülyâlar kurarlar. Akif Paşayı yokluk alemini tasvire götüren, varlığın ıstırabı idi. Yahya Kemal’de de varlığı, hudutlu olanı aşma arzusu vardır. Açık Deniz’de bu özlemin en kuvvetli ifadesini buluyoruz.

Varlığı aşma iştiyâkı, Türk edebiyatında sık sık rastlanan bir temdir. Tasavvuf bu özlemin ifadesi idi.

Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı

Diyen Yunus Emre, bu iştiyak ile doludur.

Gelin ey ehl-i hakikat çıkalım dünyadân

Gayr yerler gezelim, özge safâlar görelim

diyen Fuzûlî’de de aynı arzu vardır. Şeyh Gâlip, aynı varlığı aşma iştiyâkını:

Bir şûlesi var ki şem’-i cânın

Fânusuna sığmaz âsumânın

mısraları ile ifade ediyordu. Akif Paşada, servet-i Fünuncular da, Haşim’de aynı duygunun başka şekillerde ortaya konulduğunu gördük.

Yahya Kemal’de bu his, çok ayrı bir şekilde tezâhür ediyor. O, bütün insanlarda müşterek olan <hudutları aşma> temini Türk tarihine ve kendi ferdi macerasına bağlıyor ve Açık Deniz sembolüyle bu duyguya, cihan şümul bir mahiyet veriyor. Umumi bir teme hususi şekilde tasarruf etmesi, Yahya Kemal’in şiirine orijinal bir karakter kazandırıyor. Hudutları aşma hissi, şiirde, birbirine bağlı üç plân içinde geliştirilmiştir: Şair, başlıca vasfı akıncılık olan Türk tarihinde, duygusunun kaynağını keşfediyor:

Her yaz şimale doğru asırlarca bir koşu

mısraı, Türk tarihinin ruhunu hülasa eder. Bu tefsire göre, Türk tarihi, hudutları aşma ihtirasının bir ifadesidir. Hakikaten, Türk tarihine umumi olarak bakınca, onda maddi ve mânevî sahada bu duygunun hâkim olduğunu görürüz.

Daha deniz, daha müren (nehir)

Güneş bayrak, gök kurıkan (çadır)

diyen Oğuz Kağan, mekânı kaplamak ihtirasıyla doludur. İslâmiyet’ten önceki Türk, maddi mekânda genişlediği halde, İslâmiyet’ten sonra, hem maddi hem mânevi sahada hudutsuzluğa doğru gitmiştir. Yunus Emre, kâinatı fethetmek ve onun üstüne çıkmak isteyen bir akıncıdır. Türklerin İslâmiyet’i benimsemeleri, belki de, ruhlarının önüne, maddi âlemden daha geniş, sonsuz bir ufuk açmış olmasından dolayıdır.

Milli tarihinde bulduğu hudutları aşma iştiyâkını, Yahya Kemal, daha çocukluğunda, kendi ruhunda da keşfediyor:

Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum.

Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.

Şair, daha sonra bu <alev gibi hasret> in, ırkı bir kaynaktan geldiğini anlıyor:

Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını

İnsan ruhu, özlemleri bakımından hudutsuz, içinde bulunduğu âlem ise hudutludur. Sonsuzluk ihtirası ile dolu ruh, varlığın sert realitesine çarpınca muzdarip olur. Bir milletin hudutsuzluk iştiyâkı, cihangirlik arzusu, başka milletlerin arzusu ile karşılaşır. Yahya Kemal’in çocukluk ve gençlik yıllarında, asırlarca iradesini üç kıtaya hakim kılmış olan Osmanlı İmparatorluğu hezimete başlamış bulunuyordu. Tanzimat’tan beri duyduğumuz ıstırap bundan ileri geliyordu. Yahya Kemal’de bu sosyal  ıstırabı duyuyor ve ona bir çâre olmak istiyor:

Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,

Rüyâma girdi her gece bir fâtihâne zan.

Fakat artık, sosyal kurtuluş ümidi kalmamıştır. Engele uğrayan sonsuzluk özlemi şâiri bedbin ediyor ve başka şekilde tatmin yolları araştırıyor. İçtimai akıncılık mümkün olmayınca, ferdi seyahat vasıtasıyla <ufukların tadı >nı çıkarmaya çalışıyor :

   Bildim, nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı;

   Bir gün dedim ki: <İstemem artık, ne yer, ne yâr!>

   Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyâr diyâr.

Büyük bir ızdırapla yola dökülüş de, Türk edebiyatının başlıca temlerinden biridir. Mehlika Sultan’a âşık yedi genç, rüyalarında gördükleri sevgiliyi bulmak için, gece şehrin kapısından çıkarlar. Yunus Emre yeryüzünde kendisini gurbette hisseder ; ve gittiği her yerde kendisine bir dost arar ve bulamaz:

   Gezdim Urum ile Şam’ı

   Yukarı ileri kamu

   Çok istedim bulamadım

   Şöyle garip benciliyim

Yahya Kemal, dünyadan dışarı çıkmak ister gibi, yerin serhaddine kadar varır ve orada büyük denizle karşılaşır; med zamanıdır; gökyüzü kuşlarla örtülüdür; deniz, bin başlı ejder gibi kıvranmakta, yelken, vapur , ne varsa hepsini limanlara kaçırmakta, kendisine kalan koskoca meydanda, âsi ve bağrı hun, bin mağara ağzı açmış, uzun uzun ulumaktadır. Denizin bu kuvvet ve ihtişamı, bu mekanı kaplamak iştiyakı ve hudutlu olmaktan duyduğu ıstırabı, şâirin hoşuna gidiyor. Onunla kendi ruhu arasında bir yakınlık buluyor. Deniz, ona kalbinin sırrını vermiştir: Hiç bir güzel kıyı,<bir bitmeyen susuzluğa benzeyen bu ağrı> yı, sonsuzluk iştiyâkını gideremez. İnsan ve tabiat bu hudutlu âlemin içinde mahpustur. Dâima onu aşmak ister; fakat aşamaz. Ne bu iştiyâktan kurtulmak, ne de onu tatmin etmek mümkündür.Şu hâlde insan, bütün varlıkla beraber, ebedi ıstıraba mahkumdur. Hâşim de O Belde’ nin sonunda aynı neticeye varıyordu:

Uzak ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak

Bu nefy ü hicre müebbet bu yerde mahkumuz.

Yahya Kemal, sonsuzluk duygusunu, tarihi, ferdi ve tabii plânlar içinde geliştirirken çok güzel bir nizam kuruyor. Hissî bir tohum, şiir boyunca, yavaş yavaş gelişiyor, şâirin kalbinden çıkarak, bütün varlığı kucaklayan bir ağaç hâline geliyor.

Burada, bilhassa duygudan tabiata, içten dışa geçiş, bize yeni, doğru ve tabii geliyor. Servet-i Fünûncular, tabiattan duyguya, dıştan içe intikal ediyorlardı. Şiirlerin esasını dış âlem teşkil ediyordu. Bazen onlar, resim ile yarışarak varlığın sathında kalıyorlar, insana yükselemiyorlardı. Yahya Kemal, insandan, ruhtan hareket etmek suretiyle, tabiatı da beşeri bir plâna sokuyor. Onun bir çok şiirleri âdeta bir duygunun hikâyesidir. Tabiat asla tek başına bir değer ve mânâ ifade etmez. Tabiatı temâşâ eden ve duyan, insandır. Doğru yol, tabiattan insana değil, insandan tabiata gitmektir. İnsan tabiatı, kendi duygu ve hayâli ile kavrıyor. Bu kavrayışla tabiat canlanıyor ve beşeri bir değer kazanıyor. Açık Deniz’de Yahya Kemal’e denizi bu kadar mânâlı gösteren kendi hisleridir. Bütün mitolojiler, insanın tabiata aksetmiş gölgeleridir. İnsandan hareket eden Yahya Kemal, âdeta insana benzer bir deniz <mythe> i yaratıyor.

Deniz engin bir sudur, tuzlu, yeşil, dalgalı

diye coğrafya kitaplarına has bir deniz tarifi yapan şâirin hatası, ilim ile sanatın, varlığı idrâk şekilleri arasındaki farkı anlamamasından ileri geliyor.

Yahya Kemal, şiirin bir duygu meselesi olduğunu kavramış ve bunu eseriyle göstermiş olan insandır. Eskiler, hattâ Tanzimat’tan sonraki bir çok Türk şâirleri bile, şiirin bir fikir meselesi olduğunu zannettiler. Nâmık Kemal, Ziyâ Paşa, Hamid, şiiri fikir ile doldurdular. Servet-i Fünûncular şiiri resim sandılar. Mehmet Âkif ve Ziyâ Gökalp, şiiri bir ideoloji, yâni yine bir fikir meselesi yaptılar. Şüphesiz şâir de düşünür gibi büyük fikirlere yükselebilir. Fakat, onun fikre varış tarzı bir mütefekkirinkinden başka türlüdür. Şâir, duygular ve hayâller vasıtasıyla fikre ulaşır. Açık Deniz’in içinde Türk tarihine, insanın ruhuna ve tabiata ait derin bir fikir vardır. Fakat bu fikir soyut olarak değil, duygu ve hayâl vasıtası ile elde olunmuş ve ortaya konulmuştur.

İstenilirse, Yahya Kemal’in şiirlerinde de bir ideoloji bulunabilir. Fakat bu ideoloji Gökalp’ın şiirlerinde olduğu gibi açık değil, <meyvanın içindeki gıdalı özsu  gibi> gizlidir. Meşrutiyet devrinin faydalı muhtevacılığına karşı Yahya Kemal, şiirin her şeyden önce bir sanat olduğunu duyurmuştur. Bu sanat, onun eserinde sadece hayatı ve kâinatı idrak şeklinde değil, aynı zamanda şiiri işleyiş tarzında, kompozisyonunda ve üslubunda da görülür. Yahya Kemal, şiirden , estetik değeri olmayan unsurları atmış, faydalıya değil güzele değer vermiştir. Fikret, Âkif, Gökalp, Mehmet  Emin lüzumundan fazla didaktiktirler. Yahya Kemal, asla böyle değildir. Açık Deniz’de görüldüğü üzere Yahya Kemal, şiirleri baştan sona kadar gelişen bir oluş halinde terkip eder. Onun mısraları, daima ileri doğru giderler. Şiir, şekli itibariyle musiki gibi bir akıştır. Yahya Kemal, bu akışa uygun bir muhteva bulur. Bir hikâye, bir hissi macera bir seyahat, bu şiirlerin esasını teşkil eder. Yahya Kemal’i  büyük şâir yapan hususiyetlerden biride imaj ile muhteva arasında kurduğu sıkı münasebet ve ölçüdür. Değerli, değersiz her şey üzerinde bir teşbih, istiare veya mecaz yapan divan şairi, bizde can sıkıcı bir süslülük intibaı bırakır. Servet-i Fünuncular da daima <imaj yapmak> hastalığı ile mâlüldürler. Yahya Kemal, yeri gelince, muhtevasına en uygun olan imajları yaratmakta mâhirdir. Bunlar muhteva ile öylesine kaynaşmışlardır ki bize asla süslü tesirini vermezler. Bunlar, hissi en münasip şekilde anlatan ifâde vâsıtalarıdır. Açık Deniz’de, hiç bir benzetmeyi ihtiva etmeyen çıplak mısralar ekseriyeti teşkil eder. Bunlarda duygu veya varlık hiçbir örtüye lüzum kalmaksızın olduğu gibi konulmuştur:

Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,

Duydum akıncı cetlerimin ihtirâsını.

Mağlupken ordu yaslı dururken bütün vatan,

Bir gün dedim ki:<İstemem artık ne yer, ne yâr !>

Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyâr diyâr.

gibi ve daha bir çok mısrada biz, çıplak ,dilin, mermerden yontulmuş heykeller kadar güzel ve tabii olduğunu kuvvetle hissederiz. Halk şiirinden sonra, yüksek edebiyatta, bize, sâde ifâde ile derin ve güzel şiirler yazabileceğini Yahya Kemal ispat etmiştir.

Dîvan şiirinin monoton ahenginden bıkan Türk edipleri, Tanzimat’ tan sonra Türk cemiyetine giren sonsuz bir muhtevanın da tazyikini hissederek, bizim için âdeta yeni bir sanat olan nesri çok sevmişler, şiiri de nesre yaklaştırmağa çalışmışlardır. Servet-i Fünûncular ve Meşrûtiyetten sonra Akif, bu gayeye ulaşmış, <manzum bir nesir > vücûda getirmişlerdir. Yahya Kemal, şiiri büsbütün ortadan kaldıracak olan bu cereyana karşı, âhengi müdafaa etmiş, herkesin hâkir görmeğe başladığı aruzu, yüksek bir mûsiki vâsıtası yapmıştır.

Servet-i Fünûncuların  nesir söz dizisine karşı Yahya Kemal, her mısrayı  veya beyti müstakil bir varlık hâline  getirdi. Açık Deniz’de her mısra veya beyit müstakil bir cümle teşkil eder:

Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara

Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı...ilh.

Cümleler, veznin içine hiç bozulmadan yerleştirilmiştir. Kelimeler, vezne uydurulmak için ezilip, bükülmez. Cümle içinde kelimelerin yerleri, tabiî söyleyişe uygundur.

Yahya Kemal, şiirinde âhenge büyük bir değer verir. Dolgun ve tam kafiyelerden hoşlanır: Melâl, lâl, vatan, zan, duygular, sular, çağıldadı, tadı, yâr, diyâr gibi. Mısralar

İçinde konson ve vuayel âhengi de vardır: <Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum > mısrasında üç <h>, iki <l>,<lâhza, alev, hasret,> kelimelerinin ilk hecelerinin <a> yı ihtiva etmeleri,

Aldım Rakofça kırlarının hür havasını,

mısrasında, kalın <l>, sert <k> ve <h> konsonlarının tesiri,

Her yaz şimâle doğru asırlarca bir koşu,

Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...

beytinde<ş,s,l> konsonları ve kalın vuayellerin hâkimiyeti.

Bilhassa denizi tasvir eden kısımda, kuvvet, genişlik, hareket, gürültülü tesirine iştirâk eden bir ses yapısı vardır:

Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.

 

Sonsuz ufuktan ah o ne coşkun gelişti o!

Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!

 

Yelken, vapur, ne varsa kaçışmış limanlara,

Yalnız onundu koskoca  meydan ve manzara!

 

Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hun,

Bin Mağara ağzı açmış, ulurken uzun uzun,

Yukarıdaki parça ses bilimi bakımından incelenirse, 71 kalın vualeye mukabil  21 ince vuayel görülür. Kalın vuayellerden <a> galiptir. Bundan sonra <u> ve <o> gelir.Bu kalın vuayelerin yoğunluğun denizin haykırışını kuvvetli bir surette ifade eder. Konsonlardan [n(24), r(13), k(12), l(12), m(10), ş(7), t(6)] çınlayıcı ve sert sesler hâkim olmakla beraber akıcı tesir uyandıran <r> ve <l> konsonları da kendisini kuvvetle hissettirir. İmaj gibi, fonetik de Servet-i Fünûncular da bilhassa Cenap Şahâbeddin’de muhtevadan ayrı bir oyun haline gelir. Yahya Kemal, bu iki vasıtayı ölçülü bir sûretle, muhtevaya uygun olarak kullanılır. Bundan dolayı okuyucu, hususi bir dikkatle bakmadan, Yahya Kemal’in ustaca kullandığı sanat vasıtalarını hemen hemen farketmez. O, sâdece âhengi ve tabii lezzetini duyar.

Yahya Kemal, bilhassa dil sahasında bulduğu hârikulâde ölçü ile Türk şiirinde büyük bir örnektir. Ne Divan, ne de Tazminat geleneğinde Türk yazarları, yaşayan ve yaşayacak olan dilin ölçüsünü bulabilmişlerdir.Milli dilin ölçüsünü bilmeyen Divan şâirleri Tanzimat’tan sonra ölmüşlerdir. Bu gün onları tanımak ve incelemek için hususi bir hazırlığa ihtiyaç vardır. Şinâsi’nin büyük irşadına rağmen, Nâmık Kemal, Hâmid ve Serveti Fünuncular da Türkçe’yi bulamadılar. Türkçüler, milli dilin konuşma dili olduğunu keşfetmekle beraber, Öz Türkçe yoluna sapanlar tekrar tabiî yoldan çıktılar. Konuşma dili ne arkaizme, ne neolojizme tahammül eder. Ebedî şiir, dilin dâima yaşayan kelimelerine dayanmak mecburiyetindedir. Her kelimenin mânâsı ve tesiri başka olduğu gibi hayat kabiliyeti de ayrıdır. Kelimelerini zevkin hassas terazisinde tartmayanlar yaşayan şiirin sırrına eremezler. Türk şiiri tarihinde kelimelerin yaşama kabiliyetlerini, hakiki Türkçe’yi ilk defa idrâk eden Yahya Kemal olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış devrini yaşayan Yahya Kemal, eski medeniyetimizin içinden kurtarılması mümkün olan bir çok şeyi kurtarmıştır. Cumhuriyet devrinde, haklı veya haksız, mâziye karşı büyük bir realist başladı. Asırlar boyunca yaşamış olduğumuz medeniyetin değeri, toptan inkar edilmeye kalkıldı. Bu cereyana karşı, mücerret fikrin silâhları ile karşı koymak hemen hemen imkansızdı. Güzellik dâima hakikatten daha fazla tesirli olmuştur. Yahya Kemal, millî ruhun kaybolmaya yüz tuttuğu bir devirde, şiir vâsıtasıyla, onu bir daha hiç ölmeyecek bir şekilde diriltti. Bugün, geçmiş asırlarımızın en güzel tarafı, onun mısraları sâyesinde hâtıralarımızda yaşıyor. Onun şiirleri, bize bir kere daha, sanatın, hâtıra tanrıçasının, Mnèmosyne’in kızı olduğunu ispat ediyor.