SAİT FAİK ABASI YANIK (1906-1954 )
Mümkün
olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle
gidebilseydi bayanlar; balıkçılık milyon,balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne
yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının
pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle pırıltılı, yanar
döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil
renkle esmerdir.balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf
naylondan bir ağzı vardır: sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır.açılırda bir
daha kapanmaz.
Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim? Yamyassıdır, demiş
miydim? Tam ortalık yerinde, her iki yanda sağlı sollu iki başparmak izi
diyebileceğimiz koyu lekeler vardır, demiş miydim?...
Rum balıkçılarının hrisopsaros –Hristos balığı- dedikleri bu
balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz’e
dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı
çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer;
doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır atar; çeker; parçalarmış. Akdeniz’in
en gözü pek; insandan, hayvandan ,fırtınadan, yıldırımdan, yağmurdan, belâdan,
işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş. İsa,
günlerden bir gün deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla
bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. <Ne oluyorsunuz> diye sorunca
balıkçılara; <Aman> demişler balıkçılar, <elâman! Elâman bu
canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü
balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız>.
İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin
kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup
sudan çıkarmış. İki elinin parmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş,kulağına
bir şeyler söylemiş... O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek
dehşetli, fakat huyun pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerinde
çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, desdereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle
kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış
olmalı.
Bütün bu alât ü
edevatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz, işlemeli bir zar
çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır,
bir balık kuyruğunun biçimini alır.
Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku
içine düşer, kim bilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da
fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun
mahzun bakar durur. Sandala aldığınız
zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya sesini! Bir o, bir de kırlangıç
balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir
ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir
dülger balığının.
Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki yarısı; kırmızı, yarısı
beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi
denizden çıktığı zamanki esmer renkteydi önce. Vücudunda hiç kımıldama yoktu.
Taş kadar cansızdı. Yalnız âletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile
yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu
bir oyundu. Bir rüzgarın iç görünmez oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir
titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı.
İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme,
hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgar rüzgar, bu incecik zarlarda çıkıp diyordu; bir
dirhem kalmamacasına.
Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir
meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi. Bu, insanın içine zevkle,
saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu
titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Amma insan, yinede bu anlam’a
almamaya çalışıyordu. Belki de bu, harikulade tatlı bir ölümdür. Belki de
balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı
pektir. Akşam olmuştur. Deniz dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi
yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu.
Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır... birden bire dehşetli bir şey gördüm: balık
tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa, rengini atmağa, bembeyaz kesilmeğe giden
bir hal almaya başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden renginimi
atıyor? demeye, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım.
Kenarları süsleyen zarların oyununun oyunu çabuklaşmağa, balıkta
gitgide saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmaya başladı. İçimde
dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir
korku idi: ölüm korkusu.
Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti: Ne
akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara
gömülmek: Ne sabahları birdenbire yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta
uyanıvermek, günün mavi ile yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak habbeler
çıkarmak, yüze doğru fırlamak... Ne yosunlara canlı yosunlara yatmak, ne
akıntılarda âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey
bitmişti:
Dülger balığın ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık şu hava
dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa alışması
mümkündür gibime geldi.
Bu iki saat süren ölüm halini, dört saatte, dört saati sekiz
saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir
işle uğraşırken görüvereceğiz
sanıyorum.
Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar
edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama, aslında güzel huylu,
pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı, bir
yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız
şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir
gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükununu
kötüleyecek, canından bezdireceğiz .içinde ne kadar güzel şey varsa hepsini,
birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’ nın tutuğu belinin ortasındaki
parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla
kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.
Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek
için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız.
DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ
Hikayecilerin çoğu eserlerinde insanı konu olarak alırlar. Hep
onun üzerinde dururlar. Halbuki dünyaca insanın dışında pek çok varlık vardı.
Onlarda anlatılmaya değer özellik ve güzelliklere sahiptirler. Gerçi insanlar onlara bakarlarken de kendilerinden
kurtulamazlar ama, insan dışı varlıklara karşı ilgi, insanın (ve hikayenin)
dünyasını genişletir. Şairler bu konuda hikayecilerden daha açık görüşlüdürler.
Kainattaki her şeyi, taşı, toprağı, bitkileri,hayvanları, gökyüzünü, hattâ
varlık ötesi büyük bir sevgi ile kucaklarlar. Bu sevgi dolu büyük ilgi, onların
eserlerine bir başka güzellik ve derinlik katar.
Türk edebiyatında Saik Faik Abasıyanık, hikâyelerinde, insanların
dışında, başka varlıklara, bilhassa
balıklara ve kuşlara karşı büyük ilgi göstermiştir. Bu,onun şiir duygusu ile
ilgili olmakla beraber, kendisini onlara yakın bulması ile de alakalıdır. Fuzuli’nin
“Leyla ve Mecnun” mesnevisinde görüldüğü gibi, çevreleriyle uyuşamayan kişiler
tabiata açılırlar. Dağlarla, taşlarla konuşur, hayvanlarla dost olurlar.
Karşılık görmeyen sevgi ve yalnızlık, insanları Allah’a veya tabiata iter. Sait
Faik’in balıklara ve kuşlara gitmesinde
bu duygunun rolü vardır.
<Dülger balığının ölümü> hikayesinde konu dülger balığıdır
ama, dikkat, ilgi, sevgi ve acıma duygularıyla ona yazarın kendisi de karışır.
Buna göre denilebilir ki, hikâyenin kahramanlarından biride Sait Faik’tir.
Yazar, dülgerbalığına bakarken , âdeta onda, kendisine benzer, çevresi
tarafından anlaşılmayan, sevilmeyen,
hakir görülen insanların sembolünü bulur.
Hikayenin esasına, yazarın dülger balığı üzerinde ki duygu,
düşünce, yorum ve hikayeleri teşkil eder.
Dülger balığı, çirkinliği ile diğer balıklardan ayrılır. Diğer
balıkların hepsi dış görünüşleri bakımından güzel oldukları halde, dülger
balığı, balıkların en çirkinidir.
Balıkçıların anlattıkları efsaneye göre o, eskiden müthiş bir
canavarmış. <Keser, biçer, doğrar, mahmuzlar takar, yırtar, koparır, atar,
çeker, parçalarmış.>
Ondan bizar olan balıkçılar, İsa’ya şikayet etmişler. İsa, en
kocamanını sudan çıkararak eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş; ondan sonra
dülger balığı pek uslu, pek zavallı bir yaratık haline gelmiş.
Yazar hikâyesinde dülger balığının dehşet verici, çirkin görünüşü
ile, huyunun yumuşaklığı ve zavallılığı arasındaki tezadı kuvvetle belirtir. Bu
hali ile o, toplumda dış görünüşleriyle çirkin, korku verici, fakat aslında iyi
huylu, mazlum insanlara benzer.
Dülger balığını insanlara çirkin ve dehşet verici gösteren
<bir çok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye
benzer çıkıntıları> olmasıdır. Dülger balığına bu özelliklerinden dolayı bu
ad verilmiştir. Yazar, onu belki de hikayesini yazdığı vakit (1954) Türk
toplumunda değeri henüz anlaşılmamış olan köylü ve işçinin sembolü olarak
düşünmüştür.
Hikâyenin başında yazar dış görünüşü güzel olan balıklarla,
yüksek sosyete kadınları arasında münasebet kurar. <Nedir o elmaslar, yakutlar,
akikler, zümrütler, şunlar, bunlar?>
Sait Faik, bütün hikâyelerinde, kendisini dülger balığı gibi, dış
görünüşü ve sosyal durumu dolayısıyla hakir görülen insanlara, balıkçılara,
işçilere ve zavallılara yakın bulur, onları sever ve onların içinde yaşar. Sait
Faik’in balıklar arasında <en çirkini> olan dülger balığına karşı ilgi
duyması aynı temayül ile açıklanabilir.
Eskiden azgın bir canavar olan dülger balığını İsa munis hale
getirmiştir. Bu efsane sadece İsa’nın peygamberlik gücünü yükseltmez, aynı
zamanda, kötülerin iyileştirilebileceği fikrini de telkin eder. İsa’nın dülger
balığının kulağına ne fısıldadığı belirtilmemiş olmakla beraber, İsa’nın
insanlık tarihinde taşıdığı mânâya göre, bu ancak sevgi ve merhamet olabilir.
Yazar, dülger balığına aynı duygularla yaklaşır. Sait Faik,
dindar bir insan değildir, fakat sevgi ve merhamete inanır. Hikâyeleri bu iki
duygu ile doludur.
Hikâyeci dülger balığının ölümüne karşı büyük bir ilgi duyar ve
hayalen onu diriltmeğe, hattâ insanlar arsında yaşatmaya çalışır. Fakat
insanların kötü davranışları karşısında kötümserliğe kapılır. Dülger balığı,
büyük bir gayretle yaşatılmaya çalışılsa bile, insanlar, anlayışsızlıklarıyla
onu tekrar canavar haline getirirler.
Sait Faik bu hikâyesini hayatının son yıllarında, hastalandıktan
sonra tedavi için gittiği Fransa’da tesadüfen,öleceğini öğrendikten sonra
yazmıştır. Yazar dülger balığının ölümünde âdeta kendi ölümünü görür gibi
olur.Hikâyenin bu kısmında dikkati çeken, dülger balığının ölümünden çok,
ölümün karanlık ışığı ile daha da pırıltılı hale gelen yaşama sevincidir.
Dülger balığı ölürken yaşadığı hayatın saadetini daha derinden hisseder:
<Belki de hâlâ suda derinliklerde bulunduğunu sanıyordu. Karnı
tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Deniz dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta
dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor,sallanıyordu,
vücudunu bir şehvet ânı sarmıştır.>
Yazar, dülger balığının
ölümünü seyrederken, onun yaşama sevinciyle beraber, korkusunu da kendi içinde
hisseder:< İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu
hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu>
Bu cümle Sait Faik’in kendiyle dülger balığı arasında kurduğu
münasebeti açıkça gösterir. Bizzat yaşadığı sevgi, acı, yalnızlık, yaşama
sevinci, onu gökteki kuşlara, denizdeki balıklara âşina kılar.
Sait Faik, mistik olmamakla beraber, mistiklere has, bütün
varlıklarla kendisini bir hissetme duygusuna sahiptir. O, bir hikâyesinde, bir
sokak köpeği ile de böyle kaynaşır.
Ölüm, bu güzel dünyadan ayrılmak demektir:
<Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.Ne
akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara
gömülmek... Ne sabahları birdenbire yukarılardan derinlere inin serin
aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ile yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak,
habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak... Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak,
ne akıntılarda âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey
bitmişti.>
İşte bir hikâye ortasında ölümün ve hayatın şiiri. Burada Sait
Faik âdeta ölen dülger balığının ta kendisi olmuştur. Ölüm duygusu ve ölüm
düşüncesi insanlarda yaşama sevincini ve varlığın güzelliği şuurunu kuvvetli
surette artırır.Biz Sait Faik’ in çağdaşları ve arkadaşları olan Cahit Sıtkı ve
Orhan Veli’ de de aynı karşıt duygulara rastlarız.Bu duyuş tarzı, estetiğin
karşıtların dengesi prensibine de uyar ve bu yazarların eserlerinin iç yapısını
açıklar.
Sait Faik, diğer hikâyelerinde olduğu gibi bu hikayesinde de
çevreye geniş yer verir. Yaşamak çevreye uymak, çevreyle canlı münasebetler
kurmak demektir. Dülger balığı kendi çevresinde mesuttur. Çevresini değiştirdi
miydi ölür.
Dülger balığının ölümüne razı olamayan yazar, onu başka bir
çevrede yaşatma hayali kurar. Eğer onu kendi atmosferimizde yaşatabilseydik, bu
büyük bir başarı olurdu: <Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama
aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve
korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden> böbürlenirdik.Fakat onu her gün
didikleyerek canından bezdirirdik.
Bu tasvir tamamiyle Sait Faik’in şahsiyetine ve hayatında
çevresiyle olan münasebetine uyar. Sait Faik’ i yakından tanıdım ve sevdim. Bir
sabah, tesadüfen köprü altından eşimle beraber geçerken onunla karşılaştık.
Selamlaştık, Sait Faik’ i ilk defa gören eşim:< Kim bu serseri, eşkıya
kılıklı adam!> dedi.<Sait Faik> dedim.Gözlerine inanamadı. <Ne, o
güzel hikayeleri yazan bu adam mı?> diye hayret etti.
Hikâye tahliline böyle şahsi bir hatırayı karıştırdığım için özür
dilerim. Sanat ve şahsiyet arasında münasebet vardır. Sait Faik hikâyelerinde
yaşadıklarını ve kendisini anlatmıştır. Fakat, bu düşünceye hemen şunu ilave
edeyim. Hayat, kendiliğinden güzel eser vücuda getirmez ve bizde, yaşanırken
her zaman güzellik duygusu uyandırmaz. Sait Faik’ i büyük hikâyeci yapan
yaşantısı değil sanat gücüdür.O, yaşantılarını anlatırken, hayatın güzelliğini
ve manalarını bulmuştur.
Dülger balığını tasvir ederken ona dair hiçbir şeyim ihmal
etmemek endişesiyle: <Vücudu biraz kirlice, esmer renkte demiş miydin?
Yamyassıdır demiş miydim? Tam ortalık yerinde her iki yanda sağlı sollu iki baş
parmak izi diyebileceğimiz koyu lekeler vardır demiş miydim?> diye
sorar.Sait Faik’ te ressamlara has her şeyi gören ve doğru olarak tespite
çalışan bir göz ve her gördüğünü ona en uygun, en doğru kelimeyle ifade etme
çabası vardır. Bir gün bana bir hikâyeciden bahsederken.<Bırak canım, öyle
hikâyecimi olur. Daha balıkların adını bilmiyor> demişti.
Sait Faik, hayatı, insanları ve kâinatı seven bir insandı. Fakat
o aynı zamanda görmesini bilen ve gördüğünü anlatma gücüne sahip olan bir
yazardı. İnce bir dikkati vardı.<Bir gün bir kahvede ağaca asılı bir dülger
balığı gördüm>demiyor,<Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki yarısı
kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı
gördüm> diyor. O sadece dülger balığını değil, dülger balığının asılı olduğu
kahvenin bir balıkçı kahvesi olduğunu ve önündeki ağacın yarısı kırmızı yarısı
beyaz çiçek açan bir akasya olduğunu da görüyor ve biliyor. Hikâyede dülger
balığının ölümü en ince titreşimlerine kadar tasvir edilmiştir. Sait Faik
hayata bakış ve anlatış tarzı bakımından <gerçekçi> dir. Fakat o gerçeği
sadece dış görünüşü bakımından anlatmaz, dülger balığında olduğu gibi, çirkin
bir dış görünüşüm arkasında iyi bir ruh, derin mana da bulur. Sait Faik,
hayatın ve kâinatın sadece dışını değil içini de görür. Onun gerçekçiliği sığ
bir gerçekçilik değil efsaneyi şiiri, duyguyu, sevgiyi ve hayalide içine alan,
çirkinlik ile güzelliği, iyilik ile kötülüğü bir arada gören, insan ve kâinatı
bütünüyle kucaklayan bir gerçekçiliktir. Sait Faik’ in hikayelerini hayat gibi
zengin, karmaşık ve güzel yapan, bu sevgi dolu derin geniş anlayışlı ve
müsamahalı bakıştır.