CEVAT ŞAKİR KABAAĞAÇLI
(HALİKARNAS
BALIKÇISI)
HAYATI:
Edebiyat dünyamızda
Halikarnas Balıkçısı olarak tanınan Cevat Şakir, İstanbul’da 17 Nisan 1886
doğdu. Babası Mehmet Şâkir paşa, annesi İsmet hanımdır. Mehmet Şâkir Paşa, beş ciltlik
Yeni Osmanlı Tarihi, Tarih-i İslam ve Osmanî, Selahaddin Eyyubî adlı eserlerin
sahibidir; ayrıca, tercümeleri vardır. Mehmet Şâkir Paşa İstanbul’da 1919’da
bir kaza kurşunu ile ölmüştür. Söylen-tilere göre bu kurşun Cevat Şakir’in
tuttuğu tabancadan çıkmıştır. Ancak Cevat Şâkir bu mahkemeden beraat etmiştir.
Cevat Şâkir çocukluk hayatının ilk
yıllarını babası Şakir Paşa’nın eşçi olarak bulunduğu Atina’da geçirir. Okula
gitmeden önce, zamanın iyi öğret-menlerinden ders alan, mürebbiyelerin elinde
yetişen yazar, öğretim hayatına Büyükada’da Mahalle mektebinde başlar. Orta
öğrenimini Robert Koleji’nde tamamlar. Aynı yıl İkdam Gazetesinde ilk yazısı
yayımlanır; bu, İngilizce’den yaptığı bir tecrübedir.
Genç Cevat Şâkir, İngiltere’de
denizcilik öğrenimi yapmak isterse de ailesinin ısrarı üzerine Oxfort Üniversitesi’nde son sağlar tarihi bölümüne
kaydolur ve burada dört yıl okur. 1908 yılında yurda dönen Cevat Şâkir, 1925
yılına kadar geçimini haftalık dergilerde tercümeler, yazılar yayınlayarak,
resim ve yeni tarz tezhipler yaparak, karikatür yaparak, karikatür çizerek ve
renkli dergi kapakları hazırlayarak temin eder. Türk basınında kapakçılığın
gelişme-sinde katkısı vardır. Onun ömrünün bu devresini Zekeriya Sertel şöyle
anlatır: “İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Rumca’yı ana dili gibi
biliyor ve bu dillerde hem konuşuyor hem de okuyup yazabiliyordu. Fazla olarak
Latince biliyordu. Ünlü İtalyan şairi Donte’nin Divane Comedia adlı eserini
Latince ezbere okur, sonra Fransızca ve Türkçe’ye çevirirdi. Bütün bu
meziyetlerinin dışında resimde yapardı.
Fakat başından büyük bir kaza geçmiş, hapse düşmüş, gerek ailesi gerekse
toplum onu kenara atmıştı. Ailesine dönemiyordu. İnsan-ların yüzüne çıkmaya da
cesaret edemiyordu. Zengin bir ailenin çocuğu olduğu halde, işsiz, parasız,
kimsesiz kalmıştı. Bir ara Rufai tekkesine giderek ruhunu tedaviye çalışmıştı.
Cevat Şâkir 1925 yılında Zekeriya
Sertel’in sahip olduğu Resimli Hafta’da yayınlanan “Hapishanede idama mahkum
olanlar bile bile asılmaya nasıl giderler?” başlıklı, asker kaçaklarının
mahkemesiz kurşuna dizilmesini anlatan yazısı ileri sürülerek istiklal
mahkemesine sevk edilir. Ankara İstiklal Mahke-mesinde yargılanır ve
‘memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak’ suçundan
üç yıl kalebentlik cezası verilir. Cevat Şâkir’in sürgün yeri Bodrum olarak
kararlaştırılmıştır.
Bodrum hayatı onu çok etkileyecek,
değiştirecektir. Yazar, bu bodrum yolculuğunu Mavi Sürgün adlı eserinde uzun
uza diye anlatır. “Ben avluya girdim, sokak kapısını kapadım. Avludan denize
açılan kapıyı açtım. Hey! Açılan kapı, birdenbire gözlerime ve gönlüme açık
denizleri, kıyı ve adaları verdi Batı
göğünde, günün ufka veda edişi turuncu ve kıpkızıl çizgiler çekmiş-ti. Tanıdım!
Tanıdım! İşte o! O!.. Orasını tâ erken çocukluğumdan tanıdım. Üç buçuk
yaşımdayken babam Atina’da büyükelçiydi. Faler’de, hafızamın dünyaya ilk göz
açtığı çağda, o denizi görmüştüm de apansızın güçlü bir tokat yemişim gibi
dünya, tâ ayak uçlarıma kadar fısıldıyordu. Uyandım hem de pîr uyandım. Kaç
yıldır, bu vakitler şimşek gibi gördüğüm bu dünyanın hasretini çekip
duruyormuşum da farkında değilmişim.” Bu satırlar, Cevat Şâkir’i Halikarnas
Balıkçısı yapan gücü ortaya koyduğu gibi yazarın eserinin temel kaynağını da
gözler önüne serer. Onun Bodrum tabiatıyla karşılaşıncaya kadar geçen ömrünü
hazırlık devresi saymak yerinde olur. Bu hazırlık devresin de batı kültürü,
batı insanı çeşitli yönleri ve temel eserleriyle tanınmış; doğuya has insan
sevgisi hissedilmiş; insanlığın temel değerlerine gidilecek yolda gerekli
olacak bazı vasıtalar elde edilmiştir. Bodrum tabiatı, bu birikim
zenginleşmesine; bu şahsiyetin kendisini sergilemesine zemin hazırlamıştır.
Ömrünün bu dönemi tabiat ve insan sevgisinden kaynağını bulan yaşama arzusu ve
yaratma isteğiyle şekillenen faaliyetlerle doludur.
Bodrum’u cezası bittikten sonra da terk
etmez. O, Bodrum, Ege tabiatı ve tarihiyle bütünleşir. Bu toprağın ilk
sahiplerinden aldığı ilhamla ismini Hali-karnas Balıkçısı olarak değiştirir.
Halikarnas Balıkçısı, edebiyat sahasına giren eserlerinin büyük kısmını da
Bodrum’da yazar. Çocuklarının ortaöğrenim çağına gelmesi, o yıllarda bu
kasabada ortaokul bulunmaması sebebiyle ailesini İzmir’e nakleder. İzmir’de,
bir yandan İstanbul’da ve İzmir’de çıkan gazetelere yazılar gönderir; diğer
taraftan turist rehberliğiyle uğraşır. Rehberlik kurslarında da hoca olarak
görev yapar ve nihayet 13 Ekim 1973’de, kanserden, hayata gözlerini yumar.
EDEBİ KİŞİLİĞİ:
Hikaye yazmaya, heyecan
verici magazin hikayeleriyle başlayan Halikarnas Balıkçısı, Bodruma gittikten
sonra kaleme aldığı eserlerinde de bu tavrını sürdürür. Ancak onun tanınmasını
ve kabul edilmesini sağlayan yazıları zengin ve renkli tabiat ortasında
kaderleriyle mücadele eden insanlarla, onları istismara hazır olanlar
arasındaki çatışmayı konu alan hikayeleridir. Bu hikaye-lerde miteloji, deniz
ve gündelik hayat iç içedir.
Halikarnas Balıkçısı,
tabiatı olduğu gibi seven, denizi, dağı, yıldızı, ağacı, akarsuyu, kuşu ve
balığıyla tabiatı hikaye ve romanlarına aktaran bir yazardır. Tabiatı zihninde
yaşayan değil, tabiatla iç içe olan bir yazar, ondaki tabiî şiiri-yeti
anlayabilen nadir insanlardan biridir. Toprağa ve denize geniş bir kültür
birikimi ve zengin bir gönül ile yaklaşır. Onda insan, kültür, dolayısıyla tarih,
mekanın eseridir. Ege bölgesi ve Anadolu’da yaşayan insan bu topraklar üzerinde
çiçek açmış ve olgunlaşmış medeniyetlerin tabiî mirasçısıdır. Halikarnas
Balıkçısı, bu düşünceye insan-mekan arasında ki ilişkilerden hareketle ulaşır.
Söz konusu bölgede yaşayan insan, yaşama biçimi, adetleri, konuşması ve
davranışlarıyla bu tabiatın ayrılmaz bir parçası durumundadır; sahnesi olduğu
medeniyetler bu insanda varlığını sürdürmektedir. O, haldeki görünüşten uzak
geçmişe, mitelojik döneme uzanırken, tabii manzarayla bütünleşen, maddi ve
manevi kültür sahalarına giren eserlerle yaşayan insan arasında ilişki kurar.
Varlığı kendi bütünlüğü içinde ele alır.
Halikarnas balıkçısının
hikaye ve romanlarında olaylar denizin üstünde, dibinde veya kıyısında çalışan
insanların başından geçmektedir. Ege kıyısı insanların insanlarının, bin yıldır
buralarda yaşayan halklardan ve kendilerinin pirî olan soylu denizcilerden
süzülüp gelmiş inanç, töre ve mitolojileri vardır. Bu cennet kıyılardan
buraların sırlarından uzak düşen roman kişileri pişman ve bahtsızdırlar.
“Velinimet” denizi terk ederek büyük şehirlere düşenlerin çoğu ya acıklı bir
serencama uğrayarak mahvolurlar, yada kendilerini hemen toparlayıp sevgili
denize dönerler. Bu romanlardaki olayların çoğu, denizlerin ortasında sanki
ölüme değil de “Deniz tanrısı”nın kucağına bırakılan gemicilerin
felaket-leriyle sona ermektedir.
Kişilerin çoğu balıkçı,
gemici, süngerci, dalgıç, kaptan, tayfa, gemi inşaat-çısı soyundan ekmeğini
denizden bin güçlükle çıkaran insanlardır. Halikarnas Balıkçısı’nın hikaye ve
romanlarında kaynaşan bu kişiler kıt kanaat geçinirler, ama gönülleri zengin,
yürekleri aşk ve şiir doludur. Eski mitoslardan sürüp gelen inançlara ve kadere
mutlak şekilde teslim olmuşlardır.
Halikarnas Balıkçısı
üslûp ve tekniğe çok az önem veren ve fazlaca ihmal eden yazarlardandır. Denize
ait gözlemlerini coşkun ve gür şiirli bir dille anla-tır, fakat üslûba, plana
aldırmaz. Tahkiye-tasvir ve söyleşmeler arasında orantı kurmaya yanaşmaz.
Cümleleri çok uzatır, bozukça söz dizimleri yapar ve bunları düzeltecek sabrı
gösteremez. İlham ve sevgiyle yazar, fakat sanat disiplininden yoksundur.
Hikaye ve romanlarında
olayların akışını keserek araya bilgiler sıkıştırması da, Ahmet Mithat
Efendi’yi andıran eksikliklerdir. Bunun yanısıra pek çok sayıda deniz ve
denizci terimleriyle yüklü, canlı, okunaklı bir anlatısı vardır. Tarih
romanlarında, Türk deniz tarihine ve Akdeniz’e ait eski savaşları ve olayları
bütün ayrıntılarıyla, kaptanlarıyla, gemi adları, leventleri, gemi çeşitleri ve
iç bölünüşleriyle, bordaların olduğu özel mahalleriyle yaşamış gibi bildiği
görülür. Balıkların adlarını, şekillerini ve çeşitlerini ve dalgıçlık ve
süngercilik tekniklerini görülmemiş vukufla anlattır. Kıyılara, denize,
balıklara, görünen görünmeyen derya sakinlerine ait efsaneler, inançlar,
fıkralar nakleder.
ESERLERİ:
Hikaye: Ege kıyılarından (1939); Merhaba Akdeniz (1947), Ege’nin
Dibi (1952), Yaşasın Deniz (1954), Gülen Ada (1957), Ege’den Denize Bırakılmış
Bir Çiçek (1972), Gençlik Denizlerinden (1973), Parmak Damgası (1986) Aganta
Burina Burinata (1946), Ötelerin Çocukları (1956), Uluç Reis (1962), Turgut
Reis(1966), Deniz Gurbetçileri (1969).
İnceleme-Mitoloji:
Anadolu Efsaneleri
(1954), Anadolu Tanrıları (1955), Anadolu’nun sesi (1971), Hey Koca Yurt (1972),
Merhaba Anadolu (1980), Altıncı Kıta Akdeniz (1982), Sonsuzluk Sensiz Büyür
(1983), Düşün Yazıları (1981).
Hatıra:
Mavi Sürgün (1961)
GÜLEN ADA
Kimi insan para pul
budalası olur, kimisi keşif ve icat meraklısı, bazısı da musiki aşığı. Deli Davut
ise adalar karasevdalısıydı. Denizin bu deli divanesinin gözünde hep adalar
tüter, adalar titrerdi. Tan yeri ağarırken adalarla beraber uyanacağım diye çok
geceler göz yummazdı. Gecenin boşluğu ile örtülü duran deniz rüyasına dalmış
derin derin uyurken, tan ışığını yükselten kapan adalar, Arşıpel’in o kopkoyu
çelik mavisinde sanki şafak parçaları gibi parlar ve Davut’a tâ uzaklardan göz
kırparak,koyunlarında bir yeni gün daha yaşayaca-ğını ona gün doğmadan
müjdelerdi. Bunu gören Davut dünyaya yeni gelmişe dönerdi. Kuş uçmaz, kervan
geçmez dağ başlarında gerili duran telgraf tellerine rüzgar değince, tellerin
uzun uzun inlemesi gibi, Davut’un da gönlü titreye titreye ışığa ve açıklıklara
uyanır, gözleri yüreğinde vuran sevinçle harlardı.
İşte o zaman artık içi
içine sığmayan Davut limanda uyuyan kayığının demirini hırçın hırçın koparıp
atar ve adından da, sanından da, özel kişiliğinde de soyunarak salt hür gönül
Neptün’ün Anfitrit’i çağıran sesinin hızıyla adalara doğru fırlar ve Arşipel’in
cam mavisi dalgalarının uçan yelelerine uzun bir bayrak, bir koro gibi
yapraklanan gülüşünü katardı.
Ne var ki, Deli Davut
Arşibet’in sayısız adaları arasında -yol uğrağı olma-yan, ücra bir yerde – asıl
Gülen Ada’nın vurgunuydu. Deli Davut Gülen Ada’ya doğru fırlarken ada sanki onu
karşılamak için kalçalarına kadar denizden kalkardı. Deniz adayı fırdolayı
sarar hem köpükleri, hem de çırpıntılarıyla onu gıdıklardı. Salınan ağaç
savrulan dal ve yapraklarla şakrak ada, delişmen saçla-rını çalkalayarak katıla
katıla gülerdi. Ne var ki, kendi ışığı içinde gizlenen güneş gibi, ada parlayan
ışığında kaybolur koca enginde ufuktan ufuğa çınlayan gülüş olurdu.
Adanın tâ açıklarından
çınlayan gülüşü ile Deli Davut’un denizden gelen gülüşü birbirine gönül
verenlerin karşılıklı uzatılan kolları gibi kavuşarak çekerler, âdeta dudak
dudağa gelirlerdi. Zaten her şey ... deniz, dalga, köpük, kaya, ağaç, dal, kök,
ne varsa... pembe bir camdan geçen bir bakış gibi, o gülüşten geçerek hep
şenlenir gülerdi.
Gülen adanın nerede
başlayıp nerede bittiği hiç bilinmezdi. Çünkü adanın kıyıları ve bağrı deniz
altı Mağaralarıyla ve denizleriyle oyuk oyuktu. Adanın deniz altındaki koridor
ve tünellerinden giren dalgaların suları, kuytu bir yerde sevişiyormuş gibi
koyun koyuna fırıl fırıl girdaplanırlar, birbirine birşeyler fısıldayıp
anlatırlar, sonra birden bire, çıldırasıya sevindiren bir müjdeyi duymuşlarmış
gibi havaya, bir pırlanta sütununa benzeyen bir gülüş şelalesi fırlatırlardı.
Sular iç içe ebemkuşakları yaparken ürkek çığlıklar duyulurdu. Sular yine adaya
dökülürdü. Paniğe tutulan sular, kendilerini uçurumdan aşağıya atarlardı. Sanki
edepsiz olan su perilerine sataşıp çimdiklemişti, duyulan çığlıklar onlarındı.
İzmir’in büyük Kaliferni
şirketinin ünlü eksperi Murat Kocadağ, Deli Davut’a; “Bana bak! Gülen Ada’yı
biliyor musun? Bu ada nerededir?” diye sordu.
Deli Davut’un cevap
olarak, kolay ve geniş bir kavisle havada gezdirdiği eli, sanki adanın
sınırlarını dört bucağa fırlatıyor ve adaya dolaylarından tama-men hür bir
varlık veriyordu. Eksper, “Ada ne yapar? Güldüğünü söylüyorlar. Sahiden güler
mi?” diye sordu.
Deli Davut, “fırlattığı
bir topu ata tuta yapayalnız oynayan bir çocuk gibi, gülüşünü fırlatarak
“denizlerde tek başına oynar” dedi.
Eksper bir motor
kiraladı. Kılavuzluk edecek olan Davut’un kayığı da yedekte çekilecekti.
Kocadağ’ın tavrında ve
sesinde, sahip olduğu otomobillerin, emlakin ve paraların büyük tutarı
sırıtırdı. İnsan onunla görüşürken, bir insanla mı konuşu-yor yoksa otomobille,
emlak ve arazi ile ve para kasası ile mi konuşuyor pek bilinmezdi. Adanın da
asıl tuhaflığı, adamın adayı değil, ama adanın adamını seçmesiydi.
Uzaktan yanaşmakta olan
Kocadağ’lı görünce oda yavaş yavaş büyümeye koyuldu. Zaten onun saati saatine
uymazdı ki durup dururken burası kararır, ötesi aydınlanır, kızarır, morarır,
mavileşir, bulut olur yayılır, buğu olup uçup giderdi. Oraya, bütün gönül
gözlere ve kulaklara toplanarak patırtı yapıp adayı ürkütmemek için, usul usul
ayak ucuna basarak gidilirdi. Oysa koca dağ otomobilin parasını sayınca, otomobile
binmek ve yumuşak koltuğun üstüne yan gelmek hakkını kazanmışçasına adanın
önüne gelip kendisini eğlendirmek için soytarılık yapmasını bekliyordu. Gönül
değil, şaka değil, para veriyordu. Ada, koca dağı görünce tepesine doladığı
koskocaman kara bulutu başına davul kadar kavuk edindi ve deniz ortasında asık
suratlı bir gulyabani kesildi.
Motor adayı kıyılarken
adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürerek koca dağın suratına
deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyor-lardı. Kunduralarının tabanlarıyla,
şap şap diye tapu senedi damgalarcasına adım atar eksper, adanın artık adam
akıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını sirkince koca dağ düştü. Patavatsız
taşlar kuş tüyü kesileceklerine kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı.
Her delikten havaya sular fışkırdı. Kocadağ sırıl sıklam oldu. Sudan kaçınayım
derken çalılara daldı. Adanın tüğleri diken diken oldu.santal çalıları
Kocadağ’a çelme taktı. Kocadağ durmamacasına sırtüstü, yüzüstü geliyordu. Adanın bağrı hava dolu bir gayda
kesilmişti. Her deliği dağı dağa kavuşturan, diş kamaştırıcı bir cayırtı
koparı-yordu. Adanın sinini tutmuş-tu. Ada yapa yalın sertliği ile, sipsivri
sokuculuğu ile kapkanca tırmalayıcılığı ile Kocadağ’a kaktı, tekmeledi,
tokatladı ve daladı.
Kocadağ’la beraber gelen bir
adayı göklere çıkarırcasına metheden iki badı badı bacaklı tâtip, bu edepsiz ve
terbiyesizliği ada değil, fakat kendileri ediyor-larmış gibi sıkılıp büzülüyor.
Kocadağ düştükçe yerden tememalar çıkarıyor-lardı.
*
*
*
Kocadağ kan ter içinde
Davut’a “Ülen, senin metettiğin ada bu mu? Hani ya türkü söylerdi? Eşek gibi
anırıyor be! Ada değil baş belası!” diye gürlerdi.
Deli Davut “Ah efendim,
bu güne dek hiçte böyle anırmamıştı.”dedi.
Kocadağ “Ne zoruma ! bu
zırıltıyı dinleyeyim? Giderde o teldeki fonogra-fımı çalarım”dedi. İki kâtip de
yerden temaşa ederek “isabet buyrulur efendim” dediler. Bunun üzerine koca dağ
motora binince, Davut’u kayığı ile adada bırakarak çekilip gitti.
*
*
*
Deli Davut şaştı kaldı.
Rüzgar dindi. Sular karardı ada geceye kaydı. Ay çıktı. Adanın üzerindeki bir
buluttan ince bir nur iniyordu. Serinlik ve fıltıdan ibaret bir duvaktı. Adaya
sükût serpiyordu. Titreyici yağmurun her damlası ay ışığında ince bir gümüş tel
oluyordu. Ay ışığı buğuda bir ebem kuşağı sallan-dırdı. Sanki ada milyonlarca
gümüş tellerle ebemkuşağına asılı salınıyordu. Ada gelin kuşağının kavisiyle
sanki Davut’un üzerine eğilmiş gülümsüyordu. Deli Davut uykusundaki
tebessümünün halesiyle, ebemkuşağının çemberini tamamlıyordu. Denize düşen çiğ
tanesinin, ayrılığını denizde kaybetmesi gibi, Deli Davut ta adadan ayrılığını
kaybediyordu. Gündüz gülüşe gülüşe gelmiş-lerdi. Ay ışığında ise ayrı gülümseme
onları birbirine sarıyordu. Dünya kendi yolunda, onlarda rüyalarında döne döne
gidiyorlardı.
GÜLEN ADA HİKAYESİNİN TAHLİLİ
Balıkçı Davut ile zengin
Kocadağ arasındaki tezat, <Gülen Ada > hikayesinde bir nevi karkas
vazifesini görüyor. Yazar hikayesini bu karşıtlık üzerine oturtmakla beraber,
güzel bir şekilde işliyor. Bunu yaparken herhangi bir ideolojiye dayanmadan,
güzellik duygusu telkin eden <masal> a başvuruyor.
İnsanlık kadar eski olan
masallarda, <<Gülen Ada>>hikayesinde olduğu gibi aşk, nefret,
kıskançlık, korku nevinden temel duyguları ifade ederler. Masalların bugüne
kadar yaşamış olmalarının sebeplerinden biri de budur. Hikayeler ve sembollerle
beşeri duyguları ifade etmektedir. <<Gülen Ada >> hikayesinde de
bize tesir eden basit ideolojiden çok, masal ve şiir havasıdır. Hikayenin esas
kahramanı balıkçı Davut değil <<Gülen Ada>>dır. Peki <<Gülen
Ada>>nedir? Harikulade, tabiat üstü, mitolojik bir sevgidir.
Hikaye coşkun bir tabiat
sevgisi ile aşk ve nefret duygusu birleşiyor. Yazar, şiir ve masal gücü ile
kuru ve basit ideolojik fikirleri aşarak güzelliğe ulaşıyor.
Hikayede birbirinden
farklı çeşitli tabakalar vardır. Bunlardan birincisi, tabir caizse fizik
tabakalıdır. Deniz, ada, ışık ve diğer tabiat unsurları, hikayenin duyularına
hitap eden tabakasını meydana getirirler, ikinci tabaka bunları örten
psikolojik tabakadır. Fizik tabaka ile psikolojik tabakanın birleşmesi,
hikayeye lirik bir hava veriyor. Masal ve mitoloji de bu iki tabakanın
birleşmesinden doğuyor. Deli Davut deniz ve adayı bir sevgili gibi sever. Yazar
Davut ile deniz ve ada arasındaki münasebeti, şairane benzetmelerle tasvir
eder. Deniz ve ada <<tâ uzaklardan göz kırparak, koyunlarında bir yeni
gün daha yaşayacağını ona gün doğmadan müjdeleyince>>Deli Davut, dünyaya
yeniden gelmişe döner.
“Kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başlarında
gerili duran telgraf tellerine rüzgar değince, tellerin uzun uzun viinggg diye
inlemesi gibi, Davut’un da gönlü, titreye titreye ışığa ve açıklıklara uyanır,
gözleri yüreğinde vuran sevinçle harlardı.
Bu benzetme, a) Yazarın
Davut’u yüceltme duygusu, b)tabiata bakış tarzını, c)güzelleştirme duygusunu
gösterir. Yazarın balıkçı Davut’a olan sempatisinden söz etmiştir. Burada,
hikayeye estetik mahiyet veren diğer iki unsurda gözüküyor: Yazar tabiata adeta
mistik denilebilecek bir duyarlılıkla bakıyor ve onu güzelleştirmeye çalışıyor.
Hikayeye baştan sona kadar bu iki duygu hakimdir.
Duygularının dış aleme,
tabiat yansımaları onları değiştirir. Teşhis sanatının ve masallaştırmanın
temelinde bu mekanizma var. “Gülen Ada” hikayesinde, Deli Davut duygularını
tabiata yansıtınca, tabiat bir ayna gibi aynı duygularla cevap verir:
“Deli Davut adaya doğru
fırlarken ada sanki onu karşılamak için kalçaları-na kadar denizden kalkardı.
Deniz adayı fırdolayı sarar hem köpükleri hem de çırpıntılarıyla onu
gıdıklardı. Salınan ağaç savrulan yapraklarla şakrak ada, delişmen saçlarını
çalkalayarak katıla katıla gülerdi.”
Yazar, bu parçada
kullandığı fiil ve sıfatlarla, ada ile denize oynak bir kadın hüviyeti veriyor.
Böylece balıkçı Davut için o, bir kadının yerini tutuyor. Davut ile deniz ve
ada arasındaki münasebet cinsi bir mana taşır:
“Adanın ta açıklarından
çınlayan gülüşüyle deli Davut’un denizden gelen gülüşü, birbirine gönül
verenleri karşılıklı uzatılan yolları gibi kavuşarak çekerler, adeta dudak
dudağa gelirlerdi.”
Hikayenin sonunda yazar
aynı cinsi telmihi şöyle tekrarlar:
“Ada gelin kuşağının
kavsiyle sanki Davut’un üzerine eğilmiş gülümsüyordu.”
Davut ile deniz ve ada
arasındaki bu cinsi münasebet basit bir benzetmeden daha derin bir mana taşır.
Burada şuur altından gelen aşırı bir sevgi vardır. C.G.Jung’a göre
deniz,annenin sembolüdür. Hikayede Kocadağ, sevimsiz bir rakip hüviyetiyle gözükür. Kocadağ’ın adında bile bir sertlik
ve katılık vardır:
“Kocadağ’ın tavrında ve
sesinde, sahip olduğu otomobillerin, emlakin ve paraların büyük tutarı
sırıtırdı. İnsan onunla görüşürken, bir insanla mı konuşuyor, yoksa otomobille,
emlak ve arazi ile ve para kasasıyla mı konuşuyor, pek bilinmezdi.”
Anne ve sevgili sembolü
olan deniz ve adanın yumuşaklığına karşılık, Kocadağ’da otoriter bir babanın
sertliği vardır.
Eski Yunan mitolojisi ile
çok uğraşan Halikarnas Balıkçısı’nın “Gülen Ada” hikayesini yazarken de mitlerin
tesiri altında kaldığı, yaptığı tembih ve benzetmelerden de bellidir. Yazar,
Deli Davut’u deniz tanrısı Neptün’e . “Gülen Ada”yı karısı Anfitrit’e benzetir.
“Paniğe tutulan sular
kendilerini uçurumdan aşağı atarlardı. Sen ki edepsiz Pen su perilerine sataşıp
çimdiklemişti, duyulan çığlıklarda onlarındı.” Cümlesi yazarın denize, hem
mitolojik, hem seksüel bir gözle baktığını gösterir.
Görülüyor ki “Gülen Ada”
hikayesini a)fizik b)psişik c)sosyal d)mitik olmak üzere dört tabaka vardır. Bunların her
biri kendi içinde birbirine zıt kutuplara bölünürler.
Psişik tabaka :
a)yoksul b)zengin
Mitik tabaka : a)anfitrit b)Neptün
Hikaye a)mekan
b)zaman c)insan münasebeti
bakımından da dikkate değer özellikler gösterir.
Hikayede mekan, deniz ve
ada önemli yer tutar. Bunlar Balıkçı Davut’un şahsiyeti ile birleşirler. Davut,
“Gülen Adası ile kendi şahsiyetini birleştirir. Kocadağ bir kara adamıdır. Onun
şahsiyetini, emlak, otomobil ve araba teşkil eder.
Hikayede zaman da ikiye
bölünmüştür. “Gülen Ada’sının iki hali vardır: a)Sakin, aydınlık, güzel b)Fırtınalı, karanlık, yırtıcı. Bu
zamanlardan birincisi Davut’a ikincisi Kocadağ’ tekabül eder.
“Gülen Ada” hikayesinde
üslup, yapı, ana fikir ve diğer unsurlar kadar önemlidir. Hikayeye bir masal
havası, sembolik mana ve güzellik veren büyük nispette üslubudur. Yazar
kelimeleri sürekli olarak sanatkarane bir şekilde kullanır. Kocadağ motoru ile
“Gülen Ada”ya yaklaşınca, Ada onu şöyle karşılar:
“Motor adayı kıyılarken
adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürtürken Kocadağ’ın suratına
deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının
tabanlarıyla, şap şap diye topu senedi damgalarca-sına, adım atar eksper adanın
artık adamakıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince Kocadağ düştü.
Patavatsız taşlar kuştüyü kesileceklerine kaskatı dondular. Bazı kayaların
tepesi attı. Her delikten havaya sular fışkırdı. Kocadağ sırılsıklam oldu.
Sudan kaçınayım derken çalılara daldı. Adanın tüyleri diken diken oldu. Santal
çalıları Kocadağ’a çelme attı. Kocadağ durmamacasına, sırtüstü, yüzüstü
geliyordu. Adanın bağrı hava dolu bir gayda kesilmişti. Her deliği, dağı dağa
kavuşturan, diş kamaştırıcı bir cayırtı koparıyordu. Adanın siniri tutmuştu.
Ada, yap yalın sertliğiyle, sipsivri sokuculuğu ile, kapkanca tırmalayıcılığı
ile, Kocadağ’ı kaktı, tekmeledi, tokatladı ve doladı.”
Bu paragrafta yazar,
fiziki hadiselerden her birini insanoğluna has duygular ve hareketlerle karşılaşır.
Bu üslup, yazarın tabiata mitik bir gözle bakış tarzına ve her şeyi para ile
ölçen Kocadağ’a karşı duymuş olduğu nefret ve hiddete tamamıyla uygundur.
Halikarnas Balıkçısı
denize ve balıkçılara karşı beslediği
derin sevgi ve şiir dolu üslubu ile Sait Faik’e benzer. Fakat aralarında
faklarda vardır. Sait Faik, denizi daha ziyade karadan seyreder. Hatta
denilebilir ki Deli Davut gibi, denize, mistik veya mitik bir duygu ile
bağlıdır. Sait Faik de hikayelerinde şiir duygusuna yer vermekle beraber,
Halikarnas Balıkçısı gibi kelimelerle ve edebi sanatlarla fazla oynamaz.
Halikarnas Balıkçısı’nın hikayesi parıltılı, göz alıcı olmakla beraber,
mübalağalı ve sığ, Sait Faik’in hikayesi gerçek hayata daha yakın, karmaşık ve
derindir.
KAYNAKLAR:
HİKAYE TAHLİLLERİ : MEHMET KAPLAN
TÜRK EDEBİYATI: AHMET KABAKLI
BÜYÜK TÜRK KLASİKLERİ
NİĞDE ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ
SINIF ÖĞRETMENLİĞİ 2-M
NİĞDE - 1999